Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938)
TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN KURUCUSU VE İLK CUMHURBAŞKANI ATATÜRK
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
- Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
- Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
- I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
- II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
- Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
- Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 13 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi inkılap yaptı. Bu inkılapları beş başlık altında toplayabiliriz:
1. Siyasal İnkılapları:
- Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
- Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
- Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
2. Toplumsal İnkılaplar:
- Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
- Şapka ve kıyafet İnkılabı (25 Kasım 1925)
- Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
- Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
- Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
- Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)
3. Hukuk İnkılabı:
- Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
- Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)
4. Eğitim ve Kültür Alanındaki İnkılaplar:
- Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
- Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
- Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
- Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
- Güzel sanatlarda yenilikler
5. Ekonomi Alanında İnkılaplar:
- Aşârın kaldırılması
- Çiftçinin özendirilmesi
- Örnek çiftliklerin kurulması
- Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
- I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.
Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.
15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.
Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05'te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi'de muhafaza edildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına defnedildi.
Kaynakça: http://www.kultur.gov.tr
Cumhuriyetçilik
“Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare cumhuriyet idaresidir.” (1924)
“Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı ve hükûmetidir ki, onun ismi Cumhuriyet'tir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükûmet millettir, millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları, kendilerinin milletten ayrı olmadıkları ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır.” (1925)
“Cumhuriyet yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.” (1925)
“Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” (1926)
“Millî azim ve bilincin kıymetli eseri olan değerli Cumhuriyetin bugünkü ve yarınki neslin demir ellerinde her an yükselip sağlamlaşacağına güvenim tamdır.” (1927)
“Cumhuriyet’in iç siyaseti vatandaşın yaşayışını hiçbir etki, baskı ve sataşmanın tesirinde bırakmaksızın sağlamaktır.” (1929)
“Yolunda çalıştığımız büyük kutsal ideali halkın kalbinde bir fikir hâlinden bir his hâline getirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak, madde madde açıklamak lazımdır. Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Onlara cumhuriyet prensiplerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayınız.” (1930)
“Demokrasi prensibinin, en modern ve mantıki uygulanmasını sağlayan hükûmet şekli, cumhuriyettir.” (1930)
“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyet'i kurduk; o, on yaşını doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.” (1933)
“Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibarıyla, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.” (1936)
Milliyetçilik
“Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da harp meydanlarında olmuştur, ateş altında olmuştur, ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki bizim milletimizin manevi kuvveti bütün milletlerin manevi kuvvetinin üstündedir.” (1920)
“Millî hedefler, millî irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, bütün milletin arzularının, emellerinin birleşmesinden ibarettir.” (1923)
“Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır” (1923)
“Gerektiğinde vatan için tek bir kişi gibi tek vücut olmuş azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük geleceğe layık ve aday olan bir millettir.” (1927)
“Ortak millî fikrin, ahlakın, duygunun, heyecanın, hatıra ve geleneklerin kişilerde meydana gelmesini ve kökleşmesini sağlayan ortak geçmişin, birlikte yapılmış tarihin, vicdanları ve zihinleri doğrudan doğruya birleştiren ortak dilin milletlerin meydana gelmesinde en önemli etkenler olduğunu kaydettikten sonra, millet hakkında, ikinci derece unsurları dikkate almayarak, mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tanımı ele alalım. Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi olan, sahip bulunan mirasın korunmasına beraber devam etmek hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen topluma millet adı verilir. Bu tanım incelenirse, bir milleti oluşturan insanların ilişkilerindeki kıymet, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle, insancıl duyguya gösterilen saygı kendiliğinden anlaşılır. Gerçekte geçmişten kalan ortak zafer ve ümitsizlik mirası, gelecekte gerçekleştirilecek aynı program, beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak, bunlar elbette bugünün medeni zihniyetinde diğer her türlü şartın üstünde anlam ve kapsam kazanır. Bir millet meydana geldikten sonra, kişilerin devlet hayatında, ekonomik ve fikirsel hayatta ortak çalışması sayesinde meydana gelen millî kültürde şüphesiz her milletin her ferdinin çalışma payı, katkısı, hakkı vardır. Buna göre aynı kültüre sahip olan insanlardan oluşan topluma millet denir, dersek milletin en kısa tanımını yapmış oluruz.” (1929)
“Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kişiliğini korumaktır.” (1930)
“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” (1932)
“Ne mutlu Türk'üm diyene” (1933)
“Bir yurdun en değerli varlığı yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygusu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur.”(1935)
“Türk, Övün, Çalış, Güven” (1935)
Halkçılık
“Kurtulmak ve yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatı çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içinde yeri yoktur, hakkı yoktur. O hâlde halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemimidir.” (1921)
“Bizim hükûmet şeklimiz tam bir demokrat hükûmettir. Ve lisanımızda bu hükûmet, halk hükûmeti olarak ifade edilir.” (1922)
“Bunu bir kelime ile ifade etmek lazım gelirse, diyebilirim ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.” (1923)
“Bizim milletimiz birbirinden çok farklı menfaatleri takip edecek ve bu itibarla birbiriyle mücadele hâlinde bulunagelen çeşitli sınıflara sahip değildir. Mevcut sınıflar, birbirlerine ihtiyaç duyan ve kendilerine ihtiyaç duyulan mahiyettedir.” (1923)
“Biz memleket halkı, kişi ve çeşitli sınıf mensuplarının birbirlerine yardımlarını aynı kıymet ve nitelikte görüyoruz. Hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı eşitlik duygusu ile karşılanmasına çalışmak isteriz. Bu şeklin, milletin genel refahı, devlet bünyesinin sağlamlaştırılması için daha uygun olduğu kanaatindeyiz. Bizim düşüncemizde; çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, asker, doktor, kısacası herhangi bir sosyal müessesede çalışan bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti eşittir. Devlete, bu anlayış ile azami yardımcı olmak ve milletin güvenci ve iradesini yerinde sarf edebilmek, bizce, bizim anladığımız anlamda halk hükûmeti idaresi ile mümkündür.” (1929)
“Halk ile konuştuğunuz vakit yüksek sesle söylemeyi unutmayınız; yüksek ses, imanın ifadesi olduğu vakit etki yapmaktan uzak kalmaz. Yolunda çalıştığımız büyük ideali halkın kalbinde bir fikir hâlinden bir his hâline geçirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak özellikle sizin vazifenizdir. Birtakım kelimeler vardır ki sık sık kullanıldığı hâlde, hatta aydınlarımız arasında, onu tamamıyla anlayan çok değildir. Halkçılığın ne olduğunu, esaslarını neden ibaret bulunduğunu, halkçıların halka karşı ne gibi vazifeler yüklenmek mecburiyetinde kalacaklarını madde madde açıklamak lazımdır.” (1930)
“Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil ve fakat kişisel ve sosyal hayat için iş bölümü itibarıyla çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensibimizdir.” (1931)
“Millî servetin dağıtımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlerin daha yüksek refaha ulaşması millî birliğin muhafazası için şarttır.” (1931)
Devletçilik
“Milletin kurduğu devletin ve hükûmet teşkilatının, vatandaşlara karşı yükümlü olduğu vazifeleri ve yetkileri vardır. Bu vazifelerin nitelikleri incelenirse, şöyle bir sıra yapılabilir: Memleket içinde, güvenliği ve adaleti sağlayarak ve devam ettirerek vatandaşların her çeşit hürriyetini güven altında bulundurmak. Dış siyaset ve diğer milletlerle olan ilişkileri iyi idare ederek ve her çeşit savunma kuvvetlerini, daima hazır tutarak milletin bağımsızlığını güven altında bulundurmak. Bu iki çeşit vazife, devletin en önemli vazifelerindendir. Denilebilir ki devlet kurulmasından amaç, bu iki vazifenin yapılmasını sağlamaktır. Çünkü bu vazifeler, vatandaşların kişi olarak yapamayacakları işlerdir. Hatta, vatandaşların bu vazifelerin bir bölümünü bile yapmaya çalışmaları uygun değildir.” (1929)
“Cumhuriyetimiz henüz çok gençtir. Geçmişten kendine miras kalan bütün hayati çok önemli işler, zamanın gerektirdiklerini doyurucu derecede değildir. Siyasi ve fikrî hayatta olduğu gibi ekonomik işlerde de kişilerin teşebbüslerinin neticesini beklemek doğru olmaz. Önemli ve büyük işleri, ancak millî servetin ve devletin bütün teşkilat ve gücüne dayanarak; millî egemenliğin sağlanmasını, uygulanmasını düzenlemekle vazifeli hükûmetin, mümkün olduğu kadar üzerine alıp başarması tercih olunmalıdır.” (1929)
“Memlekette her çeşit üretimin artırılması için, özel teşebbüsün devletçe gerekli görüldüğünü önemle vurguladıktan sonra, diyebiliriz ki “Devlet ve özel teşebbüs birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır.” (1929)
“Türkiye Cumhuriyeti’ni idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber mutedil (ılımlı) devletçilik prensibine uygun yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz durumlara, şartlara ve zorluklara uygun olur” (1929)
“Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi XIX. asırdan beri sosyalizm teorisyenlerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin anlamı bizce şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanına asırlardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur.” (1936)
Laiklik
“İslam dinini, asırlardan beri alışılageldiği veçhile bir siyaset vasıtası mevkiinden uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve ilahî inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasiyattan ve siyasetin bütün kısımlarından bir an evvel ve kesin şekilde kurtarmak, milletin dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği bir zarurettir.” (1924)
“Türkiye Cumhuriyeti'nde, herkes Allah'a, istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dinsel düşüncelerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türk Cumhuriyeti'nin resmî dini yoktur. Türkiye'de, bir kimsenin düşüncesini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna izin verilemez.” (1930)
“Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir.” (1930)
“Türk milleti, halk idaresi olan Cumhuriyet ile idare olunur bir devlettir. Türk devleti laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir.” (1930)
“Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşit dinini seçmekte hür olduğu gibi bu dinin merasimi de serbesttir, yani ayin hürriyeti korunmuştur. Tabiatıyla ayinler, asayiş ve umumi adaba mugayir olamaz; siyasi nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hâllere, artık Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez.” (1930)
“Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse hiç bir kimseyi, ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olamaz.” (1930)
“Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür.” (1930)
İnkılapçılık
“Vatan artık bayındır hale getirilmek istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve bilgi, yüksek medeniyet, hür fikir ve hür zihniyet istiyor! Şeref, namus, bağımsızlık, öz varlık, vatanın bu isteklerini tam olarak ve hızla yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir şekilde çalışma emreder.” (1924)
“İnkılabın hedefini kavramış olanlar daima onu koruyabilecek güçte olacaklardır.” (1925)
“Gerçek inkılapçılar onlardır ki, yükselme ve yenilenme inkılabına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime ulaşmayı bilirler. Bu vesileyle şunu da açıklamalıyım ki Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasal ve sosyal inkılapların gerçek sahibi kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu yetenek ve olgunluk var olmasaydı onu ortaya çıkarmaya hiçbir kuvvet yeterli olamazdı. Herhangi bir gelişme seviyesinde bulunan bir insan kitlesini, bulunduğu durumdan kaldırılıp damdan düşer gibi herhangi bir olgunluk derecesine ulaştırmanın imkânsızlığını, elbette açıklamaya gerek yoktur.” (1925)
“Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen yeni ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir sosyal toplum hâline ulaştırmaktır. Devrimlerimizin asıl ilkesi budur” (1925)
“İnkılap, mevcut müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplarına göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır.” (1933)
“Uçurumun kenarında yıkık bir ülke... türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... yıllarca süren savaş... ondan sonra, içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum ve bunları başarmak için arasız inkılaplar... İşte Türk genel inkılabının bir kısa ifadesi..." (1935)
“İstiklal Savaşı ve Türk İnkılabı, her hamlesinde ve her safhasında, milletimizin yüksek siyasi ve medeni karakteriyle memleket işlerindeki şuurlu birliğine dayanarak muvaffak olmuştur." (1938)
Kaynakça: http://www.ata.tsk.tr
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ilki 1909 yılında olmak üzere Edirne’ye dört defa gelmiş oldukları bilinmektedir. 1909’da hareket ordusu ile birlikte Edirne’de konaklamış, 1913 Balkan savaşları sırasında binbaşı olarak yaklaşık 20 gün Edirne’de kalmış, 1916’da Albay olarak, nihayet 1930’da ise Devlet Başkanı olarak Edirne’yi ziyaret etmişlerdir. Atatürk’ün 1930’daki Edirne’yi son ziyaretleri burada bizim esas konumuzu oluşturmakla birlikte diğer gelişlerinden de bahsetmemiz yerinde olacaktır.
Bilindiği gibi 13 Nisan 1909’da İstanbul’da 31 Mart olayı başgöstermiş ve bir irtica denemesi olarak görülen bu ayaklanma Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından bastırılmıştır. II. Abdülhamit bu ayaklanmada rolü olduğu gerekçesi ile tahttan indirilmiş ve yerine V.Mehmet Reşat çıkartılmıştır. Mahmut Şevket Paşa’nın komutasında olan bu ordunun Kurmay başkanlığını Mustafa Kemal yapmakta idi.
Selanik’ten hareket eden Hareket Ordusu’nun Edirne’de konakladığı ve bu orduya Edirne’deki II. ordudan kuvvet takviyesi yapıldığı bilinmektedir. Bununla birlikte Mustafa Kemal’in bu ordu ile Edirne’de kaç gün kaldığına dair elimizde net bir veri bulunmamaktadır.
Mustafa Kemal’in Edirne’ye ikinci gelişleri 1913 yılında olmuştur. Edirne’nin Bulgarlardan geri alınışında fiilen ve görevli bir komutan olarak bulunan Binbaşı Mustafa Kemal şehrin kurtarılması sonrasında, 21 Temmuz-10 Ağustos 1913 tarihleri arasında yaklaşık 20 gün burada kalmıştır. Edirne Mustafa Kemal’i böylesine uzun süreli olarak ilk kez, bu dönemde görecektir. 9 Ekim-3 Aralık 1912 günleri arasında birincisi; 22 Haziran-29 Ekim 1913 günleri arasında da ikincisi yaşanan Balkan savaşları 1913 yılına damgasını vurarak onunla bütünleşen ve tarihimizde bıraktığı acı günlerle adını yazdıran en önemli savaşlardan biri olma özelliğini taşımaktadır. Diğer yandan 1913, Mustafa Kemal’in bir binbaşı olarak görevli bulunduğu Bolayır (Gelibolu) Kolordusu ile Edirne’ye gelerek bu beldenin Bulgarlardan geri alınmasında rol oynadığı ve bir süre buralarda kaldığı önemli günleri de kapsamaktadır.
Mustafa Kemal’in 1913’de Edirne’ye gelişinde, Kaleiçinde bir pansiyonda kaldığı ve bu pansiyonun Sarı Pansiyon olarak adlandırıldığı bilinmektedir. Sarı Pansiyon bugünkü İstiklal İlköğretim okulunun bulunduğu caddede bulunmakta idi. Bugün yerinde başka bir bina bulunmaktadır. İstiklal İlköğretim okulu’na Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Gazi Paşa Erkek İptidâî Mektebi” denmesinin nedeni de bundandır. Bu okulun önünden geçen cadde de aynı nedenle “Gazi Paşa caddesi” olarak anılmaktadır.
Mustafa Kemal’in Edirne’ye üçüncü gelişleri 1916, yani I.Dünya Savaşı yıllarına rastlar. Birinci Paylaşım Savaşı adı ile de anılan bu savaşın gerçek öncüsü Balkan Savaşlarıdır. Dünya ilk kez görülmemiş askerî yığınaklara tanık olmaktadır ve bu gelişmeler sürecinde Osmanlı İmparatorluğu Enver Paşa’nın yönlendirmeleriyle bu savaşta 3 Kasım 1914’de yerini alacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu Irak’ta İngilizlere karşı savaşır. Enver Paşa’nın komutasında Sarıkamış’ta binlerce askerimiz soğuktan kırılarak ölür. Filistin cephesinde, Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için Kanal savaşları gerçekleştirilir. Tarihin en büyük savunma savaşlarından birisi de Çanakkale’de yaşanır. Sonuçta İttifak Kuvvetleri yenilirler. Böylelikle Dünya’da pek çok rejim ve hanedan değişiklikleri meydana gelir. Osmanlı devleti ise giderek Mondros ve Sevr antlaşmalarıyla yok olma sürecine girer. Bir bakıma Çok kısa süreceği öngörülen 1914’de girdiğimiz bu savaşta silahlar, bizim için ancak 1922 yılında susacaktır.
I.Dünya Savaşı süreci içinde 8 ay 14 gün sürecek olan Çanakkale Muharebeleri sırasında Mustafa Kemal’in Anafartalar’da bir kahraman olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Çanakkale Muharebelerinden sonra buradan Edirne’ye taşınan ve iki tümenden oluşan 16. Kolordu komutanlığına atanır. Edirne Halkı yollara dökülerek Mustafa Kemal’i tezahüratlar içerisinde karşılar ve Anafartalar kahramanını bağrına basar. Balkan Savaşları sırasında Saray, Vize, Pınarhisar, Kırklareli, Kofçaz gibi yerleri düşman işgalinden kurtaran ve o yıllarda Hamidiye Aşiret Süvari Alaylarına komuta eden Fahrettin Altay bu coşkunun nedenlerini: “.... Çünkü biliyorlardı ki Anafartaları ve giderek İstanbul’u değil, Edirne ve Trakya’yı da kurtarmıştır” cümleleriyle açıklar. O günlerde Karaağaç Bulgarların elinde bulunmaktadır. Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın anılarından anlaşıldığı kadarıyla Mustafa Kemal Edirne’de iken çok önemli kararlara varmış ve bir takım hedefler tespit etmiştir. Bunlar içerisinde Karaağaç’ın stratejik önemi konusu da vardır ki Lozan’da İsmet Paşa’nın Karaağaç ısrarı ve bu beldenin misak-ı millî sınırları içinde kalması o günlerde alınmış kararlarla yakından ilgilidir.
Dönemin Edirne valisi aynı zamanda İttihat ve Terakki’nin Edirne’ye atadığı son vali olan Zekeriya Zihni Bey’dir. Belediye başkanı ise Ahmet Bey’dir. Mustafa Kemal 14 Ocak 1916’da İstanbul Posta treni ile Karaağaç’a gelmiştir. Kendisini Karaağaç istasyonunda vali, Kolordu kumandan vekili Salih Bey, Kurmay Başkanı İzzettin Çalışlar, Emniyet Müdürü ve hükümetten bazı kişiler karşılarlar. Buradan valinin konağına giden Mustafa Kemal ilk geceyi vali konağında geçirir. Sonraki gün; yani 15 Ocak 1916’da askeri ve sivil heyet vilayette toplanır ve oradan atlarla Selimiye camiine gidilir. Daha sonra Mustafa kemal, Valiyi kendi otomobiline alır ve şehrin dışında olan Hacılar Ezanı’na hareket edilir. Kolordu ileri gelenleri, 11. ve 12. fırka subayları, vilayet mensupları, konsoloslar, şehrin önde gelen kişileri oradadırlar. Yollar hıncahınç dolmuş, bütün okullar, yerli ve resmi kıyafetleriyle yerlerini almışlardır. Şehir donatılmış, çok sayıda zafer takları kurulmuştur. Arabacılar caddesinde biri: “Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar Kahramanı”, diğeri “Yaşasın Arıburnu ve Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Bey” yazılı iki pankart asılmıştır. Bütün şehir heyecan içindedir. Prof.Dr. Şerafettin Turan’a göre böylesi bir tören Anafartalar ve Conkbayırı zaferleri nedeniyle Ordunun Mustafa Kemal’e beslediği şükran duygularının bir yansımasıdır.
Hacılarezanındaki bu törenden sonra subaylar, sivil heyetler ve askeri birliklerle İstanbul Caddesini takiben Abacılar caddesi geçilerek Rumeli kahvesi önünde resmi geçit yapılır. Buraya atlar üstünde gelinmiştir ve tören yaklaşık bir saat sürmüştür.
Edirne’de kaldığı süre içerisinde Mustafa Kemal’in birliği Sarayiçindeki kışlalara yerleştirilir; kolordu karargahı şimdiki tümen binası, eski adı ile Müşirlik Dairesidir. Mustafa Kemal çalışmalarını burada sürdürür. Askerî eğitim ise Sarayiçi’nde, eğitim alanlarında yapılır.
Mustafa Kemal Edirne’deki günlerinde Edirne Sanayi mektebi (bugünkü Sanat okulu) matbaasında bir de risale bastırmıştır. “Taktik Meselesinin Çözümü ve Emirlerin Yazılmasına Dair Nasihatler” adını taşıyan bu risale için, 16. Kolordu komutanı Mustafa Kemal imzasıyla bir de emir yayınlınmış ve bu emirde şunlar istenmiştir: “Taktik Meselesinin çözümüne ve emirlerin yazılmasına dair özetlediğim aşağıdaki nasihatleri her subayın dikkatle okumasını tavsiye ederim.”
Atatürk’ün Edirne’ye 16. Kolordu komutanı görevi ile geldiği 1916 yılına ait dönemin tanıklarından bizlere aktarılan anılar da bulunmaktadır. Örneğin Mehmet Şeref Aykut, Mustafa Kemal’in kitap okumaya düşkünlüğü ile ilgili o döneme ait bir anısını bize şöyle naklediyor:
“Yıl 1916 idi. Balkan Harbinde Edirne’nin Bulgar eline geçmesi felaketinin tekrarlanmaması yanında yeterli ve etkin tedbirlerden birisinin, Trakyalı Türk’e tarih hakikatlerini anlatmak ihtiyacı ile Yeni Edirne Gazetesi’ni çıkartıyordum. Mustafa Kemal Anafartalar Zaferinden sonra yeni vazifesi Kafkas Cephesine gitmeden Edirne’ye gelmişti. Kendisi ile hareket ordusu kurmayında vazifeli olarak 1909’da Edirne’ye geldiğinde tanışmıştık ve dostluğumuz devam ediyordu. O günlerde devamlı beraber idik. Ben hayatımda Mustafa Kemal kadar süratli kitap okuyan insana az rastladım. Fakat öylesine muhteşem hafızası vardı ki hareket ve kararları için dayanak yapmaya değer bulduklarını, gerektiğinde zaman ve mekanıyla hatırlardı. Gece geç vakitlere kadar süren beraberliğimizden ayrıldıktan sonra Darülmuallimin lojmanının üst katındaki daireye çekilir, sabahlar, kitabı bitirir, ertesi gece geç vakit beraberce Dr.Rifat Osman Bey’in evinin önüne gelir, tokmağı üç defa çalar, yukarıdan içinde yeni kitaplarla inen sepetten geleni alır, okuduğunu koyardı. Romatizmadan rahatsız olan doktorun aşağı kadar inmemesi için bu çareyi bulmuştuk.”
Köy Postası Dergisi sahibi ve başyazarı Kadri Oğuz da Mustafa Kemal’in kitap okumaya düşkünlüğü hakkında şunları kaydetmektedir:
“Dr. Rifat Osman çok zengin bir kitaplığa sahipti. Kendini bilim ve tarih etütlerine veren bu muhterem zatın kitaplığından Atatürk de faydalanmıştır. Atatürk Anafartalar dönüşünde bir süre içinde en yakın dostluğu o zaman Kolağası rütbesinde röntgen mütehassısı askeri doktor olan Rifat Osman Bey’le kurmuştur. Doktor bana daima Atatürk’ten bahseder ve Onun çok okuduğunu söylerdi. Bir gün gene ondan bahsederken :
‘Oğuz’ dedi. ‘bir gece, gece yarısından sonra saat ikibuçuk-üç sularında sokak kapısının tokmağı kapıya bir kaç kere vurdu. Bu saate kim olabilirdi? Cumbadan başımı uzatıp, ‘kim o’ dedim. ‘Ben Mustafa kemal. Özür dilerim beyefendi. Okuyacak kitabım kalmadı da...’ cevabını verdi. Birkaç gün önce aldığı kitapları geri getirmişti. Yenilerini verdim ve gitti...”
“Atatürk’ün Yaşamında Edirne” adlı kitabın hazırlayıcıları olan Latif Bağman ve Oral Onur, Mustafa Kemal’in Edirne’de bulunduğu günlerde, onun yakından ilgilendiği Mahmut Ağa adında İskenderköylü birini tespit ederler. Bu kişi Atatürk Edirne’ye 1930 yılında Kırklareli yönünden gelirken İskender Köy’de durarak ilgilendiği Mahmud Ağa’dır. Mahmut Ağa 1916 yılına ait Mustafa Kemal ile ilgili anısını şöyle anlatır:
“Çanakkale zaferinden sonra bu zaferi kazanan ve Edirne’ye gelen Kolordu kumandanı Mustafa Kemal’i Hacılarezanında büyük şenliklerle karşıladık. Edirne’mizde epeyce kalacağını öğrendik. Kumandanın bir süre içinde kalmak üzere bir ev aradıklarını bana söylediler. Ben de seve seve evimi Mustafa Kemal Bey’e verdim. Mustafa Kemal zaman zaman beni sofrasına davet ederdi. Bana derdi ki ‘Eeee! Mahmut Ağa... Söyle bakalım, bu memleket işlerini sen nasıl görüyorsun.
Ben de ‘Balkan savaşından yeni çıktık. Biz Edirne’liler bu savaşta çok acılar çektik. Bu dünya savaşına girmemizin sırası değildi. Başımızdakiler bunu hiç doğru yapmadılar. Keşke bu savaşın dışında kalabilseydik’ dediğimde benim düşüncemi çok beğenirdi ve :
‘Doğru söylersin Mahmut Ağa... Ama; savaşa girdik. Sizlerin, bizlerin görevi bu savaşı kazanmamızdır. Canımızı dişimize takarak bu savaşı kazanmaya çalışacağız.’derdi. Ben de ‘beyim, siz bunu kanıtladınız. Koskoca İngiliz, Fransız ordu ve donanmalarını yenerek bize Çanakkale Savaşını kazandırdınız. Allah sizleri başımızdan eksik etmesin’. derdim.”
Mustafa Kemal Edirne’ye ikinci gelişinde, buradan 27 Şubat 1916 günü Doğu cephesinde aldığı görev nedeniyle ayrılmıştır. Bu ayrılışla ilgili emir Genel Kurmaydan ve Başkumandanlık vekaletinden gelmiştir. Çanakkale’den Edirne’ye alınan ve iki tümenden oluşan 16. Kolorduya kumandan atanarak geldiği bu şehirden yine aynı kolordu karargahı ile birlikte ayrılır. Önce İstanbul’a gidecek ve buradaki iki aylık hazırlık dönemini Beşiktaş akaretlerde Annesi ve kız kardeşi ile birlikte geçirecektir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Edirne’ye dördüncü ve son gelişi 1930’da, Devlet Başkanı olarak gerçekleşmiştir. Atatürk, Devlet Başkanı olarak yurt gezilerinin çoğunu, beyaz renkli özel bir tren ile gerçekleştirmiştir. Bu dönemde Atatürk’ün gezi amacıyla gittiği il sayısı 52’dir. En uzun süreli kaldığı şehirler arasında 4 ay ile İzmir ilk sırayı alırken; Bursa ‘da 3 ay, Konya’da 33 gün, Adana’da 23 kaldığı bilinmektedir. Devlet Başkanı olarak Atatürk’ün yurt gezilerinde geçirdiği toplam süre ise beş ayı bulmaktadır.
Atatürk’ün Edirne’yi de kapsayan 1930 gezisi ise; 17 Kasım günü başlar, 6 Ocak’ta sona erer. Atatürk’ün yurt gezilerine ilişkin bilinen bir başka gerçek ise bu gezilerin genellikle öngördüğü yeniliklerin aktarılması ve tanıtılması yönünde planlanıp gerçekleştirilmiş olmasıdır.
17 Kasım’da başlayan ve Edirne’de noktalanan uzun gezi önce Kayseri ile başlamış ve sonra Sivas ve Samsun ile devam etmiştir. Gezinin Anadolu bölümü tamamlandıktan sonra İstanbul’a geçilmiştir. Atatürk burada bir diş tedavisi geçirmiş ve on gün süre ile istirahat etmiştir. 19 Aralık 1930 Cuma günü gazeteler, Atatürk’ün Trakya’ya hareket ettiğini haber verirken geziye katılan kişileri de şu sıralama ile aktarmışlardır:
“İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Afet İnan, Kütahya Milletvekili Recep Peker, Tahran Elçisi, Ordu Müfettişi Sait Ali Paşa, Başyaver Rusuhi Bey, Özel Kalem Müdürü Tevfik Bıyıklıoğlu, Muhafız Gücü Komutanı İsmail Hakkı Tekçe, İçişleri Bakanlığı Özel Kalem Müdürü, Kolordu Komutanı Şükrü Naili Gökberk, Sinop Milletvekili Recep Zühtü, Rize Milletvekili Hasan Cavit, Gaziantep Milletvekili Kılıç Ali, Edirne Milletvekili Şakir Kesebir, Hasan Hayri Tan, Zeki Mesut Aslan, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Halk Fırkası Umumî Katibi Ziya Gevher, Sağlık Müsteşarı Hüsamettin, Anadolu Ajansından Kemalettin Kamu, Maliye Müfettişi Nedim, Şifre Müdürü Suat ve Ruşen Eşref. Atatürk ve beraberindekiler 20 Aralık 1930 Cumartesi sabahı saat 6’da Alpullu’ya gelirler. Burada Atatürk’ü Edirne milletvekilleri ile görevliler karşılar. Karşılayanlar arasında çevre köylerden ve kasabalardan gelen kalabalık bir topluluk da bulunmaktadır. Daha sonra Kırklareli’ne geçilir. Saat 15’de tren istasyonuna varıldığında Atatürk “yaşa!, varol!” haykırışları ve top atışları ile karşılanır. Burada yapılan çeşitli temaslardan sonra Atatürk, 21 Aralık’ta Edirne’ye doğru hareket eder. Atatürk’ün Edirne’ye hareket edişi Anadolu Ajansı tarafından yurda şu şekilde duyurulur:
“Reisicumhur Hazretleri refakatindeki zevat ile bugün sabah saat 15.30’da otomobillerle Edirne’ye hareket buyurmuşlardır. Hareketlerinden evvel Türk Ocağına uğrayarak gençlerle konuşmuşlar, kıymetli irşatlarda bulunmuşlardır”.
Edirne ulu önderi Havsa Hasköy’de karşılar. Edirne’nin önde gelenleri Başta Vali Emin Bey olmak üzere, milletvekilleri ve askerî erkan 21 Aralık saat 12’de Hasköy’de yerlerini almışlardır. Oldukça soğuk bir gündür. Çevre köylerden Hasköy’e gelen çoşkulu kalabalık okul ve kahvehaneleri doldurmuştur. Edirne Belediye binası Atatürk için hazırlanarak, dayanıp döşenmiştir.
Atatürk yoğun tezahüratlar arasında şehir girişine ancak saat 17.30’da ulaşabilmiş ve buradan Eski İstanbul yolu takip edilerek Saraçlar Caddesine geçilmiştir. Oradan da Belediye binasına gidilecektir. Belediye Binası sadece Atatürk’ün ikâmeti için değil, diğer konukların da kalabileceği şekilde hazırlanmıştır. Yani Edirne’nin en güzel binalarından olan bu bina; kız kardeşi Makbule Atadan, İçişleri bakanı Şükrü Kaya, Ali Sait Paşa, Milletvekillerinden Kılıç Ali, Recep Peker, Salih Bozok, Reşit Galip, Ruşen Eşref Ünaydın, Genel Sekreter Tevfik Bıyıklıoğlu, Hasan Rıza Soyak, Başyaver Rusuhi Bey ve öteki konuklar için hazırlanmıştır. Atatürk’ü tüm caddeler boyunca coşkuyla karşılayan kalabalıklar, bu defa Belediyenin önüne akarlar. Burada “Yaşa!, varol!” seslenişleri sürerken Atatürk Belediye Balkonuna çıkarak Edirne’lileri selamlar ve daha sonra da istirahata çekilir.
Atatürk’ün Edirne’de kaldığı ilk günün en önemli olayı hiç şüphesiz ki Menemen hadisesidir. Atatürk, bugün de Belediye’nin meclis salonu olarak kullanılan yerde mülkî erkan ile sohbet ederken bir subay elinde tuttuğu bir telgraf ile içeriye girer ve telgrafı Atatürk’e uzatır. Atatürk telgrafı alır ve okur. Yüz hatlarının değişmesinden ve renginin sararmasından etrafındakiler önemli bir olayın meydana geldiğini anlamakta gecikmezler. Salonda bütün nefesler tutulmuştur. Atatürk birden ayağa kalkar ve hiddetle : “Arkadaşlar, Menemen’de mürteciler benim Kubilay adlı subayımı katletmişler! şehit etmişler! Başını gövdesinden ayırmışlar! Suçlular hemen bulunsun” der. Daha sonra da, hepimizin bildiği gibi İzmir, Manisa ve Balıkesir’de sıkı yönetim ilan edilecek ve suçlular İzmir İstiklal Mahkemesi heyeti tarafından yargılanarak, cezalarını bulacaklardır.
Atatürk Edirne’deki ikinci gününde saat 14.00’e kadar dinlenir. Saat 15.00’de Cumhuriyet Halk fırkasında kendisini bekleyenlerle buluşur. Burada çevre il, ilçe ve köylerden pek çok kişi de vardır. Çeşitli sorunların yanında Edirne’nin köylerinden olan Kemal Köy’deki arazi meselesine ait şikayetler de burada dile getirilir. Cumhuriyet Halk Fırkası’nda 4.5 saat kalan Atatürk saat 19.30’da buradan ayrılır. Ancak o gün Kemal Köylüler tarafından dile getirilmiş olan konu Atatürk tarafından oldukça önemsenecek ve bir sonraki günün programına da damgasını vuracaktır. Kemal Köylüler o yörede Çeltik ekimi yapan bir şahıstan çeltik sulamaları nedeniyle yol ve çevre tarlaları zarar gördüğü gerekçesi ile şikayetçi olmuşlardır. Ertesi gün Kemal Köye gidilecek ve şikayet konusu yerinde görülecektir.
Gazi Mustafa Kemal Edirne ziyaretinin bu ikinci gününde Ankara’ya bir telgraf çekerek gözlemlerini Başvekalete bildirir. Telgraf şöyledir:
Başvekalete-Ankara
Edirne işleri hakkında aşağıdaki notları nazar-ı dikkate şayan gördüm:
İcra ve tatbiki hususunun teminini rica ederim.
1- Mahalli kredi ihtiyacına karşılık olarak Emlak ve Eytam Bankasının bir şubesinin açılması
2- Keşan ile İbrice Limanı arasındaki yolun ıslahı ve İbrice’ye bir iskele yaptırllması
3- Diğer kapı yeri uzak olduğundan civar halkın zahire ve saman ihracatını tahsil için Edeköy’ü ile Sofulu arasında bir hudut kapısı tesisi
4-Meriç Nehri’ne ait olup Yunanlılar’la itilafa muallak olan Nafia işlerinden ayrı olarak ve müstakilen yapılması fennen kâbil olduğu taktirde evvelce başlamış olan Ergene Nehri tathir (temizleme) ve kanal inşası mesaisine devam olunması.
Reis-i Cumhur
Gazi Mustafa Kemal
Atatürk Edirne’deki üçüncü gününde Kemal Köy ovasına gidilir. Kemal Köy aslında 1913 yılına kadar Bulgarların yaşadığı bir köydür. Balkan savaşı sırasında Edirne Bulgarlardan geri alınırken burada bulunan Bulgarlar da Bulgaristan’a gönderilirler. Ancak Bulgarlar giderken tüm köyü ateşe verirler. Şimdi Bulgaristan sınırları içinde kalmış olan Cisr-i Mustafa Paşa (Sivilingrat) kazasına bağlı Küstüm Köyü halkı sonradan bu köye yerleştirilmiştir. Atatürk buradaki Çeltik ekimini önemser. “Bu ürüne ülkemizin ihtiyacı var” der. Köylülere, köyün arkalarını işaret ederek “size oraları verelim der” ki yaklaşık 20 bin dekarlık bir alandır. Ancak köylüler ille de ova diyerek ısrarlı olunca Atatürk konunun ancak mahkemede çözülebileceğini ve mahkemeye başvurmaları gerektiğini söyler ve mesele böylece mahkemeye intikal etmiş olur.
Atatürk 1930’daki bu gelişinin dördüncü gününde, yani 24 Aralık 1930’da saat 11’de Erkek Öğretmen Okulu’na gider. Tarihî Edirne Lisesi binası o yıllarda Edirne Öğretmen Okulu olarak hizmet vermektedir. O gün hava soğuk ve yağmurludur. Daha sonra Matematik öğretmeni olacak olan o dönemin öğrencilerinden Selim Atsız öğrencilik yıllarının en önemli anısını bizlere şu şekilde nakletmektedir:
“1930 yılında Edirne Öğretmen Okulu’nun dördüncü sınıf öğrencisi idim. Atatürk Edirne’ye geldiği gün, bizim okulun öğretmen ve öğrencileri ile okulumuzun bahçesinde bekliyorduk. Gazi bizim okulun önünden geçecekti. Gün kararmak üzereyken önde motosikletliler, arkadan gelen bir otomobilde Atatürk göründü. Kalabalık bir halk ve öğrenci topluluğu “yaşa!, varol!...” haykırışlarıyla, çılgınca alkışlıyorduk. Atatürk, Saraçlar caddesinden geçerek, konuk kalacağı belediye binasının önünde arabasından indi. Edirne’ye gelişinden bir kaç gün sonra idi. Bizim okulumuzu da ziyaret etti. Sınıfımıza girdiği gün dersimiz fizikti. Öğretmenimiz ise Avni Bey idi. Ders konumuz “yer çekimi kanunu ve eğik yüzeyler” idi. Gazi dersi dinledikten sonra bizlere dönerek: ‘Çocuklar, özellikle Fizik, kimya gibi fen derslerine önem veriniz. Öğretmen olduğunuzda bu dersleri ihmal etmeyiniz. Memleketin kalkınması fenle olacaktır. Bilime ve fenne önem veren milletler çabuk kalkınmışlardır.” Dedi.
Yine o dönemin öğrencilerinden olan, daha sonraki yıllarda ise Matematik öğretmenliği yapan Cahit Günsel de o tarihî güne ait anısını bizimle şöyle paylaşmaktadır:
“Ben 1930 yılında Edirne Öğretmen Okulu’nun orta kısmında üçüncü sınıf öğrencisi idim. Gazi’nin okulumuza geldiğini söylediler. Dersimiz tarih idi ve öğretmenimiz Abdullah Bey bize ders veriyordu. Gazi sınıfımıza girip verilen tarih dersini dinledikten sonra bize dönerek:
‘Dünyada denizcilik ile uğraşan en eski millet hangisi idi?’ diye bir soru sordu. Bir çoğumuz ‘Fenikeliler’ diye yanıtladık. Gazi öğretmenimize dönüp: ‘bana bir Orta Asya haritası ile bir de çubuk getirin’ dedi. Orta Asya haritası getirildi. Ve yazı tahtası üzerine asıldı. Gazi bize döndü ve elindeki çubukla Orta Asya’nın büyük bir gölünü işaretleyerek sordu: ‘Bu gölün adı nedir’, ‘Baykal Gölü’ diye bağırdık. ‘Bu gölün suyu tatlı mı, yoksa tuzlu mu? Söyleyin bakalım!’. ‘Tuzlu göldür’ diye yanıtladık. ‘O halde tuzlu su olduğuna göre neyin kalıntısıdır?’, ‘denizin’ diye yanıtladık. ‘Bu gölün yerinde eskiden büyük bir deniz olduğuna ve bu denizin etrafında Türkler yaşadığına göre, dünyada en eski denizci millet Türk milletidir çocuklar. Bunu böyle bilin’ dedi.
O yıllarda yine bir öğrenci olarak yaşayan emekli öğretmen Şemsi Önür bize şunları nakletmektedir:
Gazi bizim okula geldiğinde diğer sınıflarda kısa süreler kalmış ve uzun zamanı son sınıfa ayırmıştı. Bizlere 20. yüzyılın insan tipi konusunda sorular sordu. Dersimiz terbiye idi. Birkaç arkadaş arasında sorulara yanıt vermeye çalışanlardan biri de bendim. Sınıfımızdan çıktıktan sonra orta yerde camlı salonda resimler çekildi. Sonra gitmek üzere kapıya yöneldi. O ara beyaz ve temiz önlüğü ile orta yaşını aşmış hademe Ayşe Hanım Gazi’nin paltosu iki elinde geldi. Paltoyu tutup giydirince eğildi, eteğini öptü ve ellerini kaldırıp dua ederek ‘Allah seni bu millete bağışlasın büyük padişahım’ dedi. Ben çok yakınındaydım. Yaver Rusuhi Bey’in yüzü karışmıştı. Bir adım ileri attı. Fakat o ara ben etrafındaki hiç bir olayı kaçırmayan Gazi’nin o muhteşem gözlerinde çakan şimşeği gördüm. Gazi hızla dönüp yavere eliyle dur işareti yaptı ve ‘artık o da beni bildiği gibi söylesin’ dedi. Atatürk her şeyde olduğu gibi toleranslı olmakta da en büyüktü”.
Atatürk Edirne’deki dördüncü gününde okulları gezerken günümüzde Endüstri Meslek, Teknik Lise olarak da adlandırılan Sanat Okulu’na da gitmiş ve burada incelemelerde bulunmuştur. 1930 yılında Edirne’de eğitim öğretim vermeyi sürdüren en eski lise seviyeli okul olan sanat okulunun 53. kuruluş yılıdır. Ayrıca Sanat okulunun o zamanki müdürü olan Hakkı Ali Bey Kılıç Ali’nin hem yakın arkadaşı hem de Harbiyeyi birincilikle bitirmiş eski bir askerdi. Atatürk’ün Edirne’yi ziyaret edeceği haberinin alındığı ilk günden itibaren Sanat Okulu mensupları Atalarını karşılamak üzere hazırlıklar yapmaya başlamışlardı. Bunun için öncelikle bir okul sancağı yapılmış ve ayrıca bir de Cumhurbaşkanlığı bayrağı hazırlanmıştı. 24 Aralık 1930 Çarşamba günü öğleden sonra Atatürk ve beraberindekiler okulun bahçe kapısında karşılanmışlardır. Bir öğrenci kıtası selam kıtası görevini yerine getirirken diğer öğrenciler Cumhurbaşkanı forsunu bayrak direğine çekmişlerdir. Bu manzara Atatürk’ün çok hoşuna gitmiştir. Daha sonra okulun atölyelerini gezen Atatürk demirhanede örs başında, kan ter içinde demir döğmekte olan Nuri isimli öğrencinin çalışmasını bir süre seyretmiş ve kendisine “Öğretmen Okuluna veya Liseye gidip tertemiz giyinmiş, bir öğretmen veya memur olmak varken bu okula gelerek böyle ateş ve kömür ile ter içinde uğraşıyorsun” deyince öğrenci elindeki çekici göstererek havaya kaldırır ve: “Paşam!, siz bu vatanı kılıç ile kurtardınız. Bizler de onu el emeğimiz ile yükselteceğiz. Ayrıca bizim elimiz karadır. Ama yediğimiz ekmek aktır ve alnımızdaki ter paktır” diyerek atasına cevap vermiştir. Atatürk bu cevap üzerine etrafındakilere dönerek: “duydunuz mu, işte memleketimizi böyle yetiştirilecek gençler yüceltecektir” demiştir. Atatürk Sanat Okulu’ndan gelişinde olduğu gibi gidişinde de törenle uğurlanmıştır.
Atatürk’ün Edirne günlerinde ilginç bulunan tutumlarından birisini özellikle burada belirtmekte fayda vardır ki o da onun Edirne misafirliği sırasında yapılan harcamalarla ilgilidir. Dönemin Belediye Başkanı olan Ekrem Demiray, bize bu konuda şunları nakletmektedir:
“Atatürk Edirne gezisinin son gününde bana ‘Ekrem Bey, Belediye’nin çok masrafı oldu. Bana lütfen hesabı çıkartınız’ dedi. Ben de ‘Aman paşam, Edirne halkı beni linç eder. Öyle şey olur mu. Nerede kaldı bizim konukseverliğimiz demezler mi? Dedim. Bunun üzerine ‘hayır Ekrem Bey, katiyyen olmaz mutlaka bu parayı alacaksın’ diye diretti. Tabi ben de direndim. ‘Böyle bir parayı muhakkak vermeniz gerekiyorsa, Edirne’deki bir hayır kurumuna bağışlarsanız çok memnun olurum’ dedim. Böylece bu masraf ödeme işi de tatlıya bağlandı.” Atatürk’ün gezi masrafının tutarı olan 500 liranın Kızılay ya da Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışlandığı bazı tanıklar tarafından ifade edilmektedir.
25 Aralık 1930 Perşembe günü Atatürk’ün Edirne’deki son günüdür. Ve Atatürk Edirne’deki bu son gününü içinde Selimiye ve Üçşerefeli camilerinin de bulunduğu tarihi mekanları gezmekle geçirmiştir. Öğle yemeğini de Edirne’de yedikten sonra, yine Edirne’ye gelinen ve girilen yolca ve aynı kalabalıklar arasında, tezahüratlar içerisinde şehirden çıkılmıştır. Edirne Belediyesi’nden ayrılırken saat 15.00’i göstermektedir. Ayşekadın’da Belediye Başkanı Ekrem Demiray bir uğurlama konuşması yaparak şöyle demiştir:
“Büyük kurtarıcı ve liderini kısa bir süre aralarında görmekle büyük bir kıvanç duyan Edirne kenti halkının sonsuz saygı, sevgi, bağlılık ve şükranlarını sunmakla mutluluk duyuyoruz. Yüksek varlığınızla beldemize onur verdiniz. Sık sık bu sınır boyu kentimizi onurlandırmanızı saygılarımla istirham ederim. Hayırlı yolculuklar. Vatan yolunda başarılar!”.
Atatürk bu konuşmaya şu şekilde karşılık vermiştir:
“Bu güzel Edirne kenti halkının hakkımda gösterdikleri candan duygu ve gösterilerden kıvanç duydum. Uygun zaman düştüğünde bu güzel Edirne’mizi tekrar ziyaret edeceğimi vaat ediyorum. Selam ve sevgilerimi sayın ve sevimli Edirne halkına ulaştırmanızı rica ederim. Allah’a ısmarladık.”
Atatürk Edirne’den hareketle önce Havsa’ya, oradan Kuleli’ye varmıştır. Özel trenine Babaeski’de binmiş ve treni saat 17.30’da İstanbul’a hareket etmiştir.
Kaynakça: Ayhan TUNCA, “1909,1913,1916,1930 notları ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk Edirne’de”, Edirne-2005